İçinde İstanbul olan bir masalım vardı. Yıllar önce, tarihimin tozlu sayfalarında, bir çocuğun aklında, masum bir hayal vardı. Bir sabah kadar masum, bir yaz akşamı kadar sessiz, ve gece kadar karanlık...
Uyandım. Elimde bir mektup... Birinin son sözleri. Bir çocuğun son ağlaması. Çocukluğumu bıraktığım kelimeler...
Gerçekten uyandım. Mektup yok. Zaten biri neden elinde mektupla uyur ki? Ama mektup var. Ve bu mektubun hikayesi belki de.
Deniz kenarı, değil. Güzel bir akşamüstü, değil. Hafif rüzgar, yok. Her hikayedeki romantik anlardan değil bu. Başka bir şey. Bazen öyle olur. Bütün her şey yanlışken biri doğru olur. Fırtınanın ortasında, iki çocuk birbirini bulur. Ve hisseder.
Ama fırtına da mecazi. Daha sıradan bir gün olamazdı. Bazen böyle günler olur. Her şey olması gerektiği gibi olur. Aslında bu yüzden şaşırmıyorum zaten. Her şey mükemmel ilerlediği için sıradan ve sıkıcıydı gün. O da mükemmeldi ve bu sıradan güne yakışıyordu. Belki de fazla mükemmeldi.
İlk gördüğüm anda anlamadım. Böyle şeyler o kadar basit değil. Aslında basit ama o kadar basit değil. O kadar da değil. Biraz düşünmek gerekiyor.
Biraz garip. İnsanlar garip, hayat garip. Aslında herkes garip ama herkes garip olduğu için herkes normal. Bazı saçmalıklar.
Bir köpek yavrusuyla oynarken gördüm sanırım. Muhtemelen ondan daha önce. Ama gerçekten o zaman gördüm. O zaman fark ettim. Birinin mükemmelliği hemen ortaya çıkmaz. Fark edemez insan. Bir şey olması gerek. Bir şey...
Ve oldu. Gerçekten de oldu. Küçük bir çocuk o anda gördü. O anda arka planda güzel bir aşk şarkısı çalmaya başladı. Gerçekten de oldu. Küçük bir çocuk mükemmel bir anda, bir çocuğunun mükemmelliğini ortaya çıkarmasına şahit oldu.
Aynı günün akşamında, ilk günlüğümü tutmaya başladım. Bir şeyler vardı. Dışarı çıkmak için çırpınan bir şeyler. Bir şeyler anlatmalıydım. Bozuk cümlelerim ve garip duygularımla yazmaya başladım. O günden sonra insanlara anlatamadığımı yazdım hep. Ve onu her gördüğümde aynı şarkı çalmaya devam etti.
Ve mektubun hikayesi böyle başladı aslında.